Türk Dil Kurumu, ikbal sözcüğünü "baht açıklığı veya yüksek bir makama erişmiş olma hali" şeklinde açıklıyor. Bundan dolayı Osmanlı sarayında padişahın lütfüne mazhar olan gözde cariyelere "ikbal" denirdi. Hem fizik, hem de metafizik boyutu olan, anlamı ve çağrışımı itibariyle pozitif bir kavram. Esasen nasıl ki insanların ikballerinden söz ediliyorsa, ülkelerin ve milletlerin ikballerinden de söz edilebilir. Örneğin, Türkiye ikbali yüksek bir ülke midir? Türk Milleti bahtı açık bir millet midir? İkbalimiz ile istikbalimiz ve istiklalimiz arasında bir ilinti var mıdır? Varsa nedir? Bu soruları doğru cevaplandırmak; bize istiklalimizi nasıl koruyup, istikbalimizi ne şekilde inşa edeceğimiz hususunda yardımcı olacaktır.
Bu ülke
Dünyada 2016 yılı itibariyle Birleşmiş Milletler sistemine kayıtlı 193 bağımsız ülke bulunmakta. Hiç kuşkusuz Türkiye, bunlar arasında gerek konum, gerekse doğal ve beşeri özellikleri itibariyle sıra dışı vasıfları olan nadir ülkelerden biri. Birbirinden oldukça farklı havzalar, bölgeler ve kıtalar arasında yer alan kendine özgü bir coğrafya. Geniş Rusya steplerindeki veya Kuzey Amerika düzlüklerindeki yeknesaklık bizde yok. Tam tersine, pek çok şey parçalı, bölük pörçük. Doğa, insan ve kültür kısa mesafelerde büyük değişiklikler göstermekte. Klimatik farklılıklar oldukça belirgin. Jeolojik, morfolojik ve floristik bakımdan zengin. Bol yağışlı sahalar ve kurak havzalar, gür ormanlar ve çorak düzlükler, sarp dağlar ve geniş ovalar ardı ardına dizilmiş. Muz da yetişiyor, fındık da. Buğday ve kırmızı etle beslenenler ile temel gıdası mısır ve balık olanlar aynı suyu içip, aynı havayı soluyor.
Nazım Hikmet'in eşsiz benzetimiyle "Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" bu memlekette kemençe ve sazın çalındığı, bar ve horonun oynandığı köyler birbirine sadece birkaç kilometre mesafede. İmkânlar ve zorluklar, bolluk ve yokluk bir arada. Bu toprağın insanının lügatinde sınıf ayrımı yok. Tarih boyunca insanımız hep birlikte aynı sofraya oturmuş, son yolculuğuna helalleşerek uğurlanmış, soyuna sopuna bakılmaksızın aynı kabristana gömülmüş. İslamiyet tam bir hakimiyet sağlamasına rağmen, diğer kadim dinlerin ve kültürlerin izlerini yok etmemiş. Gelenek ile modernlik iç içe. Sahipsizlerin sahibi, sığınmacıların sığınağı bir ülke. Yüzyıllarca dört bir yönden gelen mazluma, muhacire kucak açmış, bağrına basmış. Herkesi kendi kimliğiyle ve farklılığıyla kabul etmiş, yaşatmış. Burası Türkiye. Coğrafya, tarih, antropoloji ve sosyoloji kitaplarının anlata anlata bitiremediği olağan dışılıklar ülkesi. Jeopolitiğin gücünü tam olarak kestiremediği, hesaplayamadığı bir coğrafya.
Coğrafyadan vatana
Peki nasıl olmuş da farklılıklara ve zıtlıklara rağmen, burası yekpare bir ülke haline gelebilmiş? Burayı kimler, nasıl vatan yapmış? Bu tezatlar ülkesi, nasıl Türkiye olmuş? Tarihi kayıtlar, yaşadığımız bu coğrafyada Türk hakimiyetinden önce hiç bir zaman tek bir devletin uzun süre hükümran olamadığını söylüyor. Bu yüzden binli yılların başından itibaren Anadolu'ya gelen Müslüman Türkler, siyasi ve kültürel yönden dağınık bir coğrafyayla karşılaşmış. İnançlarından aldıkları yeni bir misyonla bu geniş ülkeyi fethedip, vatanlaştırmış. Anadolu coğrafyasından kaynaklanan her türlü tezat ve farklılık; insanımızın birbirine olan ihtiyacını, dolayısıyla bağımlılığını artırmış, onları kaynaştırmış. Bu bağımlılığın, kardeşliğin, özünü İslam'dan alan cemaat merkezli toplumsal yapının ve fetih ruhunun da etkisiyle, bu topraklarda özgün bir yaşam biçimi ve sosyoekonomik düzen şekillenmiş. Her türlü ferdiyetçi, feodal ve kapitalist anlayışın dışında gelişen bu yeni yaşam biçimi ve sosyoekonomik düzen, zamanla oturmuş ve kökleşmiş. Bu yapının belli ölçüde günümüz Türkiye'sinde de sürmekte olduğunu söylemek mümkün. Bunca badireye rağmen, bu toprakların sömürgeleştirilemeyişinin, kapitalizme teslim olmayışının nedeni budur. Peki, neydi bu yapı, bu düzen? Başarısı nereden geliyordu? Kısaca betimlemek gerekirse; özünü İslam inancından alan, kimseyi aç, açıkta ve sahipsiz koymayan, her türlü iş ve işlemin büyük ölçüde rıza ve gönüllülük esasına göre yürüdüğü, bu topraklarda yoğurulmuş, insan eksenli paylaşımcı bir düzen. Yunus'un "Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü" mısralarıyla sembolleşen, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ahengi gören ve gözeten bütüncül bir dünya görüşü. Esasen bin yıllık Anadolu tecrübesi olan bu yaklaşım; insan, kültür ve mekân üçlüsünün fevkalade uyumlu bir bileşiminden ibaret.
Hiç kuşkusuz Türkler, Müslüman olmak ve Anadolu'yu fethetmek suretiyle izzet ve ikbal sahibi olmuşlardır. İnançları sayesinde bu tezatlar coğrafyasının güçlüklerini imkâna dönüştürmüş, doğayla ve insanla barışık yeni bir sosyoekonomik düzen inşa etmişlerdir. Üç kıtaya yayılan cihan devletini, o büyük ve kadim medeniyeti bu merkezden genişleyerek kurmuşlardır. Batının maddeyle ruhu çatıştıran, parçalayan ve ayrıştıran diyalektik materyalizminin aksine; fiziği ve metafiziği sentezlemişlerdir. Bu topraklarda yeni bir sevgi ve hoşgörü iklimi inşa etmişlerdir. Ancak her kemalin bir zevali vardır. Bu düzenin temsilcisi olan Osmanlı Devleti, çeşitli faktörlerin etkisiyle temel yaşam felsefesini terk edip, zamanla sıradan bir devlete dönüşmüştür. Buna rağmen muarızları kendisine yaşama hakkı tanımamış, tasfiye edilmekten kurtulamamıştır.
Özgür ve büyük Türkiye
Ne yazık ki benzer bir tercih hatasına, yani sıradan bir ülke olma yanlışına genç Türkiye Cumhuriyeti de düşmüştür. Kuruluşunun hemen akabinde düşmanlarının gazabından korunma, istikbalini ve istiklalini garanti etme kaygısıyla tarihi birikimini reddetmiştir. Adına batıcılık denilen, kendi varlığına ve doğasına yabancı yeni bir yol tutturmuştur. Bu çerçevede 20. Yüzyıl boyunca konjonktüre uygun ideolojiler benimsemiş, konseptler geliştirmiş, yeni dostlar ve müttefikler edinmiştir. Ancak bütün bunlar ne istiklalini, ne de istikbalini koruma noktasında kati bir fayda sağlamamıştır. Esasen sağlaması da mümkün değildir. Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden yaklaşık bir asır geçmesine rağmen, Türkiye bugün hala istiklal ve istikbal kaygısı yaşamaktadır. Aralarında sözde müttefiklerimizin de bulunduğu bir kısım devletler, kuruluşlar, odaklar ve onların içerideki PKK, PDY ve DAEŞ gibi uzantıları, ülkemize karşı asimetrik bir savaş yürütmekte. Bu uğurda ağır bedeller ödenmekte, topraklarımızdan kan ve gözyaşı eksik olmamaktadır. Devleti yönetenlerin sık sık Türkiye'nin beka sorunundan ve yeni bir istiklal mücadelesinden söz etmeleri boşuna değil.
Şunu rahatlıkla söylemek mümkün. Geçmişte insan, kültür ve mekân üçgeninde geliştirdiğimiz özgün düzen, Türk Milletine ve Türkiye'ye muhteşem bir ikbal kazandırmış; yüzyıllarca onurlu bir yaşamın, refahın ve huzurun teminatı olmuştur. Bu düzenin gelişen yeni koşullara uygun bir şekilde revize edilmeyip, 19. Yüzyıldan itibaren terk edilmesiyle birlikte gerek ülkemiz, gerekse bölgemiz çok büyük acılar yaşadı, hala da yaşıyor. Şayet hatadan dönülmek ve Yahya Kemal'in Akıncılar şiirinde büyük bir özlemle tasvir ettiği o muazzam güce yeniden erişilmek isteniyorsa, hedef bellidir. Türkiye'yi bilimin ışığında köklerine bağlı olarak taze bir imanla yeniden inşa etmek. İstikbaldeki ortak hayalimiz; ideolojik saplantılardan, hurafelerden, sahte ittifaklardan ve müttefiklerden kurtulmuş, zincirlerini kırmış özgür ve büyük Türkiye olmalıdır. İsmet Özel'in “Nöbet yerinde uyuklayanı kurşuna dizmeli" dizesinde vurguladığı, görev ve sorumluğunun bilincinde olan uyanık bir memleket. Düşmanını ve hainini, düşmanlığından ve ihanetinden önce tanıyıp, tedbirini alan feraset sahibi bir devlet. Türkçeyi Yunus Emre, Karacaoğlan ve Aşık Veysel gibi kullanan; Cemil Meriç'in "Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır" sözünün idrakinde olan bir toplum. Atalarının "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" öğüdünü asla aklından çıkarmayan, devletsizliğin nasıl bir musibet olduğunun farkında olan bir millet.
Buna ilaveten; Merhum Başbakan Adnan Menderes gibi, ipe çekilirken bile son söz olarak "Devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim" diyebilen asil devlet adamlarının, "bize hoş yarenlikler yerine can sıkıcı şeyler söyleyecek adamlar lazım" deme büyüklüğünü gösteren mütekamil yöneticilerin, Necip Fazıl ve Ali Fuat Başgil misali bir mısrasıyla binlerce genci ayağa kaldıran büyük dava adamlarının, Mehmet Akif ve Nurettin Topçu gibi ömrünü milletinin idrakine adamış çilekeş münevverlerin, Çanakkale Cephesinde çarpışan mücahitlerin yolunu yol edinmiş güzide gençlerin, Hacı Bektaş ve Hacı Bayram gibi ömrünü zikirle ve duayla geçirmiş hakiki velilerin, Fuat Sezgin ve Aziz Sancar benzeri çalışkan ve bir o kadar da mütevazi bilim insanlarının itibar gördüğü aydınlık bir Türkiye. Kahpe bir kurşunun katlettiği biricik oğlunun cenazesini büyük bir metanetle kaldırdıktan sonra, bir daha bu dünyaya gülümsemeyen şehit anasının acısını ömür boyu yüreğinde taşıyan vicdanlı yurttaşlar ülkesi. Kısacası, geçmişte bize onur ve ikbal kazandıran her ne idiyse, bugün istiklalimizi korumamıza ve yeniden parlak bir istikbal inşa etmemize yarayacak olan da odur. Gerisi laf-ı güzaftır.