Bazı tarihsel kaynaklarda 720 yıllık tarihi olduğu şeklinde bulgulara rastlansa da, köyün tarihi ile ilgili bilimsel bir araştırma bulunmamaktadır. Hatta katliamın yaşandığı 5 Temmuz 1993 tarihine kadar ismi bile pek kimseler tarafından bilinmeyen, barasor vadisinin en sonunda, vadiye bir gerdanlık misâli kurulmuş, küçük, şirin bir köydür Başbağlar; 

Katliam sonrası şahsî araştırmalarımda köyün tarihi ile ilgili bilimsel bir çalışmanın izine ne yazık ki rastlayamamıştım. Tabiî, bugün katliamın üzerinden 20 yıl geçtiğini düşünürsek, bu zaman içerisinde herhangi bir çalışma olup olmadığını bilmiyorum. Yalnız kendi şahsî araştırmalarımda “cennet mekân” Yavuz Sultan Selim döneminde, Anadolu’daki isyancılara ve doğudan gelecek tehlikelere karşı öncü birlik, uç beyliği olarak, o tarihte, Tunceli’nin Pertek ilçesine bağlı Sağman köyünden göç ederek buraya yerleştirilen insanlarımız tarafından kurulduğu bilgisine ulaşmıştım. Uç beyliği olarak kurdurduğu köyün ve köylünün, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye olan sadâkati  ve üstün koruyucu hizmetleri nedeniyle Hünkâr Yavuz Sultan Selim tarafından birkaç takdir fermânı ile ödüllendirildiği ve arazinin de Tapu Fermânı ile köylüye verildiği de Başbağlar tarihi ile ilgili olarak yaptığım araştırmalarda edinebildiğim bilgilerden bir kısmıdır. 

Katliam sonrası dava süreci ve o tarihlerde Erzincan gibi bir yerde gazeteciliğin imkânlarının ne kadar kısıtlı olduğu hatırlandığında, köyle ilgili şahsî araştırmalarımı çok da derinlemesine sürdüremediğimi üzülerek belirtmem gerekiyor. 

 Başbağlar, benim için, tarifi kelimelerle mümkün olmayan duyguların, acıların ve hatıraların adıdır. 

1995 yılı 5 Temmuz’u 6 Temmuz’a bağlayan ve hafızam beni yanıltmıyorsa pazartesiyi salıya bağlayan gece. Saat 22.00 sularında aldığım bir telefon ve Kemaliye üzerinden hatırladığım kadarıyla Çaldere-Kabataş-Subaşı-Günyolu ve Başpınar’dan devam ederek nihayet Başbağlar’ı bulmuştum.  

Güzergâhta, Başpınar’dan başlayarak, vadinin sonundaki Başbağlar’a kadar geçtiğim köylerde tuhaf bir sessizlik ve karanlık dikkatimi çekmiş, ürkütmüştü. Sonradan aldığım duyumlar ve bahsettiğim köylerden birkaç kişiyle şahsî görüşmelerim, bu sessizlik ve karanlığın nedenini açıklıyordu. 

Katliama katılan teröristlerden bir grubun, benim kullandığım güzergâhı kullanarak Başpınar ve Başbağlar arasında kalan köylerin elektrik ve telefon hatlarını kestikleri, bu nedenle bir şeyler olacağını anlayan civar köylülerinin yardım çağırmalarının engellendiği anlaşılıyordu!.. 

Ne gariptir ki, bu detay, dava sürecinde hiç gündeme gelmemiştir. Oysa bana göre tüm dava süreci ve delil araştırmalarını etkileyebilecek çok önemli bir bilgiydi!.. 

Başbağlar’a yaklaşırken ileride yangın olduğu belliydi. Belirsiz duygularla ışığa doğru yol alırken nihayet köye ulaştığımda, akıl karışıklığı, çaresizlik, korku, heyecan vs. bir sürü bastırılamayan duyguları aynı anda yaşıyor, boş ve anlamsız bakışlarla etrafta neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Vakit, gecenin bir yarısı; Kim bilir saat kaç? 

Sönmeye hiç de niyeti olmayan bir yangın, havada kesif bir koku, birbirine karışmış insan ve hayvan sesleri ve bir süre algılayamadığım, başımı çevirdiğim her yanda gözümde şimşek gibi patlayan, dehşet kelimesinin bile hafif kaldığı o kareler, beynimde çözülmeyi bekleyen sayısız karışık duygu ve soru işaretleri!.. 

Ne kadar zaman böyle anlamsız, böyle çaresiz ve tükenmiş kaldım bilmiyorum. Acının ulaşabileceği en son noktayı yaşıyordum. Bir yanın buz gibi üşürken, diğer yanın nasıl yangınlarda yandığını o anda orada öğrenmiştim!..  

O gece öylece geçmiş, gün doğduğunda, acının da şekli değişmiş ve sanırım dünyada yaşamadığım duygu kalmamıştı. Ne ağlayabiliyor, ne de bir şey yapabiliyordum. Söz bitmiş, fikir firar etmişti… 

Akşama doğru şehre dönmek üzere toparlanırken, ne hissettiğimi anlayamaz olmuştum. Acı içimi cayır cayır yakarken, dışım sanki kutuplarda gibi donuyordu.  

Neden Başbağlar?.. 

Eskiden beri terör yatağıdır Dersim bölgesi. Hele Munzur dağlarındaki o Ali Boğazı var ya... 

Boğaz, bir kanyon gibi dik yamaçlıdır ancak kanyondan biraz genişcedir. Ortadan Fırat'ın kollarından bir çay akar. Dik yamaçlarda birçok mağara vardır. Bazıları 200 kişiyi rahatlıkla barındırabilecek genişliktedir.  

Vaktiyle Osmanlı'da, devlete isyan eden, ayaklanma çıkaran bozguncular buraya sığınmış. Buraya hava yolu dışında bir güç sokmak imkansız olduğundan, o zaman için bir çözüm bulmuş Yavuz Sultan Selim. Giriş kısmında boğazı kesen bir vadi vardır ki, buraya Barasor Vadisi derler. İşte buraya göçebe Türkmenleri yerleştirmiş ki eşkıyalar dağdan inerse Türkmenler onları haklasın. Bunun karşılığında da onları askerlikten muaf tutmuş ve İstanbul'daki et kethüdalığı ile mahrukat kethüdalığını onlara vermiş. Nitekim uzun bir süre orayı kollamışlar. Zaman geçmiş, devir değişmiş, ancak Türkmenler Başbağlar adında, Ali Boğazı'na en yakın yerdeki bu köy ve bununla beraber o civardaki yedi köyde varlığını sürdürmeye devam etmiş. Nesiller yaşamış uzunca bir zaman buranın kara yazgısını bilmeden... 

Savcılar nerede? 

Soykırım denilebilecek kadar büyük bir terör olayı olmasına rağmen, Ağır Ceza Savcısı veya DGM Savcısı köye gitmemiş, keşfi bizzat yapmamıştır. Tüm keşif, olay yeri inceleme ve delil toplama çalışmaları, 25 Km mesafeden köye ancak 14 saat sonra, 6 Temmuz sabahı saat 10.00’da gelebilen Jandarma Astsubay Başçavuş tarafından yapılmıştır. 

Tüm bu işlemlerin bir savcı refakatinde yapılmaması, naaşların otopsi yapılmadan göğüslerindeki kurşunlarla birlikte defnedilmesine, yeterli delil toplanamamasına ve toplanan delillerin de bir süre sonra kaybolmasına neden olmuştur. Hatta toplanan kovanların balistik incelemeye gönderilmemesi, affı olmayan bir görev ihmal ve suiistimalidir!.. 

Balistik raporların çıkarılmaması, aradan yıllar geçtikten sonra farklı bölge ve olaylarda yakalanan teröristlerin, Başbağlar baskınına katıldıklarını itiraf etmelerine rağmen, bu itirafların Başbağlar dosyasına eklenmesini, delil yokluğundan engellemiştir. Bu yönden çok büyük önem taşımaktadır. 

Ayrıca savcıların olaya ilgisizliği de ilerleyen satırlarda değineceğimiz, çok daha büyük ihmal ve suiistimaldir!.. 

Şüpheler ilk dakikalarda başladı!.. 

Böylesine büyük bir terör olayına 25 Km’den Jandarmanın 14 saat sonra gelebilmesi, olay yeri inceleme, keşif ve delil toplama işlemlerinin Jandarma Başçavuşu tarafından kafasına göre yapılması, hatta bu işlemlerin tam olarak bitirilmeden naaşların bir kamyon kasasına saygısızca, üst üste doldurulup Başpınar köyüne götürülerek, otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi ve tüm bu olan bitenlere savcıların refakat etmemesi, toplanan boş kovanların balistik raporlarının çıkarılmaması, daha ilk saatlerde çok ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur. 

Mahkeme sürecinin sonuna kadar yaşananlar ise şüphelerin yersiz olmadığını, hatta olayın sadece bir terör baskını olmaktan öte, Türkiye’de bir eşik denemesi yapıldığını, PKK’nın basit bir taşerondan öte bir şey olmadığını  ortaya koymuştur!.. 

Mahkemenin tarafsızlığı alenen şüphelidir!.. (Şahsî kanaatim!..) 

Erzincan’da gerçekleştirilen 4 duruşma ve İzmir’de gerçekleştirilen 24 duruşma, toplam 28 duruşma süresince DGM’nin tarafsızlığı alenen şüphelidir. 

Erzincan’daki ilk duruşmalarda yakalanan 16 teröristin, baskın sırasında köyde bulunan kadınlar tarafından ayrı ayrı teşhis edilip, davranış şekilleri, yaptıkları ve konuşmalarının tamamının en ince detaylarına kadar anlatılmasına rağmen, katliama katıldıklarını ispatlayacak delil yetersizliğinden serbest bırakılmaları, yakalananlardan yalnız iki kişinin, onların da baskınla alakasız olarak, sadece örgüt üyeliğinden yargılanması, Erzincan’da yapılan 4. Duruşmadan sonra, haksızlıklar nedeniyle adliye bahçesinde çıkan ufak bir kavga olayının bahane edilip, güvenlik endişesi ile davanın İzmir DGM’ye sevk edilmesi, mahkemenin tarafsızlığını alenen şüpheli kılmıştır. 

Ayrıca Erzurum, Trabzon ve Ankara gibi daha yakın DGM’ler yerine daha uzak olan İzmir DGM’ye sevk edilmesi, davanın yalnızlaştırılmaya çalışıldığının resmidir! 

Vali isyan etti, SHP tehdit etti; 

Dönemin Erzincan Valisi (rahmetli) Recep Yazıcıoğlu, 16 sanığın serbest bırakılmasına isyan edip mahkeme heyetine sert tepki gösterince, SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) İl Başkanı İbrahim Kul ve ağabeyi Erzincan Milletvekili Mustafa Kul tarafından, basına dağıtılan bir bildiriyle, görev, yetki ve sorumluluklarının dışına çıkmaması konusunda tehditvâri bir şekilde uyarıldı. 

Kul kardeşlerin basın açıklaması, tehditvâri bir uyarı olmanın yanı sıra, sanıkların suçsuzluğunu ispatlamaya ve bu yönde kamuoyu oluşturmaya çalışan ifadeler içeriyordu! 

Mustafa ve İbrahim Kul kardeşler tarafından basın yoluyla yapılan uyarıya, Vali Yazıcıoğlu aynı sertlik ve yüksek ses perdesinden karşılık verince bir süre gerginlik ve sürtüşme yaşandı. 

Vali Yazıcıoğlu’nu, mahkemeyi etkilemeye çalışmakla suçlayan Kul kardeşlerin, dava süresince Tunceli Milletvekili Kamer Genç’le birlikte sık sık Erzincan DGM’yi ziyaret ettikleri, davayı takip eden tüm basın mensupları ve diğer herkesin bildiği bir gerçektir. 

Hakim Şakir Kadıoğlu: 

“Yakalananların olayla ilgisi yok. Olsa da yeterli delil yok!..” 

Dönemin DGM hakimlerinden Şakir Kadıoğlu, yaptığımız bir görüşmede, “Bu davadaki sanıklardan hiçbiri suçlu değildir. Olayda kaç silah kullanılmış, bulunan boş kovanların kaç silahtan ve hangi silahlardan çıktığı belli değil. 500 küsur mermi kaç silahtan çıkmış bilinmiyor. Balistik raporu hiç gelmedi mahkemeye. 

Evleri kimin yaktığı belli değil, şahit de yok. Mahkemeye getirilen sanıklar da Tunceli’de tırpancılık yapan Aleviler. Yakaladıklarını getirmişler ama sanıklar da bu işi biz yapmadık diyorlar.” diyerek kendi haklılığını savunuyor ve kararlarının arkasında duruyordu. 

Tanıkların ve Müdahil Avukatların ifadeleri yok sayıldı; 

DGM Hakimi Şakir Kadıoğlu’nun delil yetersizliği ile ilgili ifadeleri nispeten doğru olsa da, katliam gecesini yaşayan köy kadınlarının, sanıkları tanıdıklarını ve katliam sırasında köydeki her hareketlerini ve konuşmalarını anlatan detaylı ifadeleri ve müdahil avukatların usul ve esas ile ilgili girişimleri de tamamen yok sayıldı!.. 

Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar!.. 

Katliama katıldığı suçlamasıyla yakalanan sanıklar, jandarmadaki ilk ifadelerinde baskına katıldıklarını itiraf edip suçu kabul etmelerine rağmen, çıkarıldıkları mahkemede, jandarmadaki ilk ifadelerini işkence altında verdiklerini söyleyerek suçlamayı reddettiler. (Birileri bir şeyler öğretmişlerdi belli ki!..) 

Başbağlar, Madımak’ın Mütemmim Cüzüdür! 

Başbağlar ve Sivas Madımak olaylarını birlikte değerlendirip, çok iyi analiz etmek gerekir. Her iki olayı da birbirinden ayrı düşünmek yanlış sonuçlara ve hataya götürür. 

Başbağlar’a yapılan saldırı, Sivas Madımak olayının tamamlayıcı unsuru, mütemmim cüzüdür. 

12 Eylül’den önce aynı tabancadan çıkan kurşunlarla aynı gün bir sağcı bir de solcunun öldürülmesi gibi, Sivas ve Başbağlar katliamları da aynı ellerin ürünüdür. 

Her iki dava dosyasında da benzerlikler bulunması, Dr. Baran kod adının her iki dosyaya da girmiş olması ve yine her iki olayda bırakılan bildirilerdeki el yazısının bile birbirine benzerliği, yan yana getirildiğinde birbirini tamamlayıcı nitelikte olması, tahsilli bir el tarafından düzgün bir Türkçe ile yazılmış olması ve bir beyin takımının ürünü olduğunun bariz bir şekilde ortada oluşu, Sivas  

Madımak ve Başbağlar katliamlarının aynı eller veya beyin takımı tarafından yapıldığının en önemli delilleridir. 

Nitekim, daha sonraki yıllarda çeşitli bölgelerde çatışmalar sırasında sağ ele geçirilen ve Başbağlar katliamına katıldıklarını itiraf eden teröristler, ifadelerinde, henüz Madımak’ın da öncesinde, 30 Haziran 1993 tarihinde, örgütün bir toplantıda, bir grubu Başbağlar bölgesine yakın Ali Boğazına yönlendirdiği ve bu gruba katılacak başka bir grupla birlikte Başbağlar katliamının yapılacağı bilgisinin verildiğini söylüyorlar. 

Bunları biliyor musunuz? 

Başbağlar katliamının yapıldığı akşam aşağı köylerden Jandarma’nın arandığı ancak gece gelemeyiz denildiği iddia edilmektedir. 

Diyelim ki o tarihte bahsi geçen Jandarma Karakolunun, stratejik konumu ve mevcut sayısı nedeni ile yalnız bırakılamayacağını veya mevcut hazır kıta ile yola çıkmanın güvenli olmadığını düşünen Karakol Komutanı, kendisini arayan köylülere, hemen müdahale şansının olmadığını söylemiş olsun!.. Neden en yakındaki daha büyük askerî birliğe haber verilmemiştir? Karayolu ile ulaşım mümkün değilse hava destekli müdahale de yapılamaz mıydı? 

Baskını akşamdan haber alan Jandarma’nın, 25 Km mesafeden köye ulaşması ancak sabah saat 10.00’da yani olaydan tam 14 saat ve gün aydınlandıktan da saatler sonra mümkün olmuştur. Sabah gün ışıdığında yola çıkılmamasının sebebi neydi? 

Keşif, olay yeri inceleme ve delil toplama çalışmalarına savcı neden refakat etmemiştir. Bırakın refakat etmeyi soruşturma bile açmamıştır. Daha da kötüsü tüm bu çalışmalar için savcı görevlendirilmemiştir!.. 

Soykırım denilebilecek kadar büyük bir terör olayı olmasına rağmen, Ağır Ceza Savcısı veya DGM Savcısı köye gitmemiş, keşfi bizzat yapmamıştır. Tüm keşif, olay yeri inceleme ve delil toplama işlemleri, 25 Km mesafeden köye ancak 14 saat sonra, 6 Temmuz sabahı saat 10.00’da gelebilen Jandarma Astsubay Başçavuş tarafından yapılmıştır. 

Kemaliye Kaymakamı kendi ifadesinde, olayı sabah saat 05.00’da haber aldığını söylemektedir. Kaymakam’ı sabahın 05.00’ine kadar haberdar etmeyenler kimlerdir? Ve neden haber verilmemiştir? 

Her şeye rağmen Başbağlar katliamının Sivas’ın misillemesi olduğunu düşünenler veya iddia edenler ya bilgisizlikten büyük bir gaflet ya da zinhar ihanet içerisindelerdir.  

Başbağlar katliamının Sivas’tan 3 gün sonra yapılmış olması, bırakılan bildirilerde intikam kelimesinin kullanılması, ölü sayısının eşit olduğunun veya misilleme olduğunun kanıtı değildir. Ayrıca bazılarının iddia ettiği gibi Erzincan ve Sivas arasında bir Alevi – Sunni çatışması yaratılmasının hedeflendiği de bir aldatmaca ve hedef şaşırtmadır. 

Olayları doğru  gözlemlemek, doğru okuyup çok iyi analiz etmek gerekir. 

Sivas Madımak olayında hayatını kaybeden insan sayısı 33 değil 37’dir. Ölenlerden 4’ü otel personeli olduğu için hiç kimse onları ölüden ya da insandan saymadı. Yani Başbağlar’da 33 kişinin öldürülmüş olması sanki sayılarak yapılmış bir şey değildir. 

Her iki olayın alevi – sunni çatışması çıkarılması için yapıldığını iddia edenler, Sivas’ta hayatını kaybeden 37 vatandaşımızdan 18 tanesinin sunni olduğunu biliyorlar mı acaba? 

Başbağlar’da 28 kişi kurşuna dizilerek, 5 kişi de yakılan evlerde can vermiştir. Teröristler köye girdiklerinde erkekleri bir yere kadın ve çocukları da bir yere toplamış, erkekleri kurşuna dizdikten sonra kadın ve çocukların etrafına da bomba yerleştirerek köyden ayrılmışlardır. Yerleştirilen bombalar, teröristlerin köyden ayrıldıklarını anlayan kadın ve çocukların, bulundukları yeri terk etmelerinden hemen sonra patladığı için, ölü sayısı 33’de kalmıştır. 

Yani Sivas’ta ölü sayısının 33 değil 37 olduğu gibi, Başbağlar’da da ölü sayısı çok daha fazla olabilirdi. 

Sivas'ta Alevilerin hedef alındığını ileri sürenler, Başbağlar'da da Sunni katliamına imza atıyordu. Katliamı yapan PKK'lı grubun köye bıraktığı nottaki "Sivas'ın intikamı alındı" ifadesi provokasyon için her şeyi açıklıyordu. 

Kara lekelerle dolu yıl: 1993 

Terörü bitirmek için yoğun çalışmaların yapıldığı 1993 yılı, birçok karanlık olay ve faili meçhul cinayete sahne olmuştu. Uğur Mumcu cinayetini, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Turgut Özal'ın şüpheli şekilde ölümleri takip etmişti. Bingöl'de 33 erin şehit edilmesi, Sivas ve Başbağlar katliamı, Jandarma Tugay Komutanı Tuğ General Bahtiyar Aydın ve JİTEM'in kara kutusu Cem Ersever'in öldürülmesi "derin yapının provokasyonu" iddialarını gündeme getirmişti. 

Madımak otelinin ateşe verilmesinin ardından Başbağlar Köyü'nde 28 köylünün kurşuna dizilerek, 5 köylünün de evlerinde canlı canlı yakılarak öldürülmesine ilişkin, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit de "Başbağlar katliamının perde arkasında hangi dış güçlerin eli varsa, Sivas katliamında da aynı güçlerin eli vardır" ifadesini kullanmıştı. 

1993 Yılında meydana gelen terör olaylarının toplam sayısı 6956’dır. Bu olayların tümünde 1479 sivil vatandaşımız, 538 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu, 171 geçici köy korucusu ve 6 polis memuru vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. 

Buna karşılık 2539 terörist etkisiz hale getirilmiştir. 

“İhaneti seyreyleyin perdedeki delikten!..” 

Dönemin DGM Üyesi Askeri Hakim Faik Tarımcıoğlu anlatıyor; 

Gazeteci kimliğimizi açık etmeden kendisiyle görüştüğümüz DGM üyesi Askeri Hakim Faik Tarımcıoğlu, başından beri anlatmaya, dikkat çekmeye çalıştığımız derin yapıyı bakın nasıl ifşa ediyor.  

Başbağlar Davası Hakimlerinden DGM Üyesi Askerî Hakim Faik Tarımcıoğlu; 

-“Başbağlar katliamına, Sivas’ın sanki misillemesi yapılıyor havası verilmiştir. Bir sünni köyüne baskın yapılmıştır. Yine 33 insan katledilmiştir. Onu yapanlar da kullanılarak olayın bir provakasyon haline getirilmesi sağlanarak yapılmıştır; Silahlar da temin edilerek. Ve o köy özellikle seçilmiştir. Bir sunni köyün bir katliamdan geçirilmesi planlanmıştır. Bir misilleme tarzında olay takdim edilmek istenmiştir.” 

Şimdilerde emekli olmuş eski bir Devlet Güvenlik Mahkemesi üyesi Askeri hakimin bu anlatımı, derin yapının varlığı, hareket tarzı ve stratejilerini ortaya koyması anlamında dikkat çekiciliği kadar, bizim de bu yapı ile ilgili iddialarımızı da teyit etmesi açısından çok önemlidir. Halâ inanmayanlar lütfen dikkatle okusunlar; 

-“Başbağlar soruşturması, muhakkak Madımak’la birlikte ele alınmalı ve ikisi birlikte muhakeme edilmelidir. Aksi halde bu olay faili meçhul kaldıkça ve kamuoyu aydınlatılmadıkça ne bugünleri ne de gelecek günleri net bir şekilde görme şansımız yoktur.” 

DGM Üyesi Askeri Hâkim Faik Tarımcıoğlu, dava süresince gerçekleri gören çok az insandan biridir. Bizim de iddia ettiğimiz gibi, Madımak ve Başbağlar olaylarının birbirinden bağımsız değerlendirilmesi durumunda, yanlış sonuçlara ve telafisi mümkün olmayan hukûki hatalara götüreceğini bu şekilde ifade etmektedir. 

Tarımcıoğlu, sözlerinin devamında;  

“Öteden beri, el değiştirerek bayrak yarışı şeklinde devam edegelen yapı vardır. Bu yapı zaman zaman provakatif hadiselere sebebiyet verir ve siyasi sonuçlarını da alır. O anlamda bu yapılar arasında fiilî ve şahsî irtibatlar her zaman vardır.” diyerek, derin yapının varlığını, yapısını ve stratejisini de resmen ifşa etmekle birlikte, bizim iddialarımızı da farkında olmadan  delillendirmektedir ki, eski bir DGM üyesi Emekli Askerî Hakimin ağzından çıkan bu sözler, bu anlamda bizim için de son derece önem arz etmektedir. 

Ben bir Komplo Teorisyeni Değilim!.. 

Şu ana kadar, Başbağlar Katliamı, delil toplama ve mahkeme süreci ile ilgili olarak, resmi kayıtlarda ispatı mümkün olan önemli noktaları gözlerinizin önüne sermeye, Madımak ve Başbağlar olaylarının bağımsız ve münferit olaylar olduğuna vatandaşlarımızı inandırmaya çalışan, özellikle yazar çizer meslek gruplarından ve topluma fikir önderliği yapan kerameti kendinden menkul, akıl, fikir ve vicdan fukarası zât-ı muhteremlerin kasıt ve çabalarının sebeplerini de açıklamaya çalıştık. 

Başbağlar davasının, daha mahkeme süreci başlamadan çıkacak kararı zihinlerinizde oluşturmaya, tahayyül etmenizi sağlamaya çalıştık. Başından sonuna kadar yaşananları, bilinenleri ve bilinmeyenleri ortaya serip, gözlerdeki perdeyi kaldırmaya, ihanetin, senaryosuyla, oyuncularıyla, mekân ve sufleleriyle, mükemmel sahnelerle nasıl bir filme dönüştürüldüğünü anlatmaya çalıştık. 

“İhanet” dedik; 

Bu ana kadar bu kelimeyi ilk defa kullanıyorum! “Zamansız öten horozun başı kesilir!” der atalarımız! Gerçekleri, açık ve net, belge ve soru işaretleriyle, yapılanları ve yapılmayanları, nedenlerini ve sonuçlarını gözler önüne sermeden “ihanet” deseydik, ne anlamı olur, ne de inandırabilirdik. Bizim de (tabiri caizse) başımızı keser gibi, bu adam ne anlatıyor diye yazdıklarımız okunmazdı! Buna rağmen yazdıklarımıza karşı çıkanlar, sözlerimize “büyük” diyenler olacaktır. 

Anlattıklarımız, ihanetin, buz dağının yalnız suyun üzerinde görülen kadarıdır. 

Bahsettiğimiz tüm bu yazar çizerler, toplum liderleri, fikir önderleri, bir kısmı bilerek bir kısmı da bilmeyerek, olayları ve gerçekleri, yargılama sürecini ve yaşananları, başından belli olan nihâi kararları neden sorgulamadılar, neden topluma açıklamadılar? Bir kişi de çıkıp “Başbağlar sanıkları neden serbest bırakıldı?” diye sorguladı mı? Katliamın hemen ardından, “25 Km mesafedeki Jandarma 14 saat neredeydi?” diye sordu mu? “Katliam sabahı olay soruşturmasını, olay yeri inceleme ve delil toplama çalışmalarını neden bir Karakol komutanı Başçavuş yaptı? Ona bu emri kim verdi? Naaşlar neden otopsi yapılmadan alelacele hem de neden kendi köylerinde değil de Başpınar köyünde defnedildi? Kovan ve mermiler üzerinde Balistik inceleme neden yapılmadı? Ve en önemlisi “tüm bu yapılanlar ve yapılmayanlar, yıllar süren dava sürecini ve nihâi kararı nasıl etkiledi?” diye neden sorgulamadılar ve sorgulatmadılar? 

Yukarıda okuduğunuz, dönemin DGM üyesi Askerî Hâkim Faik Tarımcıoğlu’nun ifadelerinin, derin yapı ve ihanetin boyutu konusundaki iddialarımız ile ilgili olarak biraz fikir verdiğini ve ufkunuzu genişlettiğini umuyorum. 

Başbağlar katliamını, ilk gününden beri içinde ve takip eden bir gazeteciyim. Gelişmelere bağlı olarak Sivas Madımak katliamı ile Başbağlar arasındaki benzerlikler ve farklılıkları, her iki olayı birbirine bağlayan bağları araştırma ve gerçekleri yazma sorumluluğunun bilincinde bir gazeteci olarak, Sivas Madımak ve Başbağlar katliamlarının basit birer terör olayı olmadığını, her iki olayın ve Türkiye’de yaşanan daha birçok olayın arkasında tahayyül bile edilemeyecek bir gücün bulunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

“1993 Yılı genel olaylarına bakıldığında Türkiye’de bir eşik denenmiştir!..” 

Borsa uzmanlarının sıklıkla kullandıkları bir tâbir vardır. “Dolar veya Euro şu eşik değerini veya seviyeyi test etti” şeklinde teknik ifadeler kullanırlar. 

Madımak ve Başbağlar katliamları da aynı şekilde, fiili varlığı görünmeyen bir gücün, kendini ve gücünü test ettiği, Türkiye’de neleri yapabileceğini, neleri değiştirebileceğini ve planlanan sonuçları alıp alamayacağını denediği, olaylar zincirinin zirvesidir!.. 

Bunun için bir senaryo yazıldı ve bu senaryo kusursuz olarak sahneye konuldu. İhtiyaç duyulan tüm oyuncular, mekân ve diğer tüm enstrümanlar da bu ihanetin parçaları olarak tarihteki yerlerini almışlardır. 

-… 

Tüm dava sürecinde ve gelinen bu sonda , iddia makamı olan DGM Savcılığının, katliamın hemen ardından köye gitmeyişi, keşif yapmayışı, olay yeri inceleme ve delil toplama çalışmalarına refâkat etmeyişi, naaşların otopsiye alınmasını ve balistik rapor çıkarılmasını sağlamayışının önem ve etkisini ve sorumluluğunu takdirlerinize bırakıyorum. 

Neticede Başbağlar davası, yıllar süren ibretlik bir yargılama süresince oyalanmış, yalnızlaştırılmış ve sahipsiz bırakılmıştır. Ve olayın failleri diye yakalanan kişiler beraat ettiler. Hatta bazıları haksız yere tutuklandığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'den tazminat kazandı" 

Değerli Okuyucu; 

Erzincan, bahsettiğimiz bu derin yapının, öteden beri, dikkat çekmeden, gözlerden ve kulaklardan uzak, sessiz sedasız sürdürdüğü faaliyetlerinin gözde merkezlerinden birisidir. Kendi halinde mûnis ve sorgulamayan bir yapısı olan Erzincan, bu tür gölge oyunları için çok uygun bir zemindir. 

Özellikle 13 Mart 1992 depreminin ruh halini henüz atlatamamış olan Erzincan’da, yaşanan tek acı ve garip olay Başbağlar baskını değil! Daha enkaz yığınlarından arta  kalan molozların tamamı ortadan kalkmadan, depremin acıları unutulmadan, ortaya çıkan Hristiyan misyonerler ve kökleri İran’da olduğu bilinen Bahai (din ya da tarikat) üyeleri de gizli bir takım misyonerlik çalışmalarına başlamış, özellikle cenazeleri suistimal ederek insanların zayıf yönlerini bulmaya ve o zaafları vurmaya başlamışlardı.  

Aslında derin denilen bu yapının ne kadar derin olduğu da ayrı bir tartışma konusudur!.. Gerçekten derin midir yoksa alenen yapılan şeyler bakar kör gözler tarafından görülmemiş midir? 

Bu gelinen noktada, PKK’nın terörist statüsünden çıkarılıp azınlık statüsüne yerleştirilmesi ve tüm terör faaliyetlerinin sanki bir hak arayışı gibi lanse edilmesi, devlet tarafından haksızlığa ve işkenceye maruz bırakılan bir azınlık toplumunun haklı mücadelesi gibi gösterilmeye çalışılmasının hiçbir anlamı yok mu?!.. 

Madımak ve Başbağlar katliamları birbirinden bağımsız ve münferit olarak düşünülemeyeceği gibi ülkemizin geldiği noktayı da geçmişte yaşanan olaylardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. PKK, öncesinde ASALA ve daha gerilere baktıkça başka ihanet örgütleri hep vardı; Her zaman olacaktır.  

İsterseniz büyük fotoğrafı biraz daha netleştirelim; 

“PKK’nın terörist statüsünden çıkarılıp azınlık statüsüne yerleştirilmesi ve tüm terör faaliyetlerinin sanki bir hak arayışı gibi lanse edilmesi, devlet tarafından haksızlığa ve işkenceye maruz bırakılan bir azınlık toplumunun haklı mücadelesi gibi gösterilmeye çalışılmasının hiçbir anlamı yok mu?!..” dedik!.. 

Doğu ve Güneydoğuda, uyuşturucu ve kaçak mazot trafiğini durduran, uyuşturucu ve mazot kaçakçılığından haraç alanları ve aynı zamanda ülke ekonomisine büyük zarar veren kara para trafiğini de durduran, PKK ve terörle kıyasıya mücadele ederek büyük başarılar sağlayan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ve tüm ekibinin suikastlere kurban gitmeleri yalnızca bir tesadüfler silsilesi midir?  

Kısaca Hatırlayalım; 

30 Ocak 1991’de, Jandarma Korgeneral Hulusi Sayın, Ankara’da evinin önünde kurşun yağmuruna tutuldu ve şehit düştü. 

4 Ay sonra 23 Mayıs 1991 Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz evinin önünde bindiği makam aracında 4 kişinin silahlı saldırıda şehit edildi. 

2 Yıl sonraki hedef bizzat Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’ti.  

17 Şubat 1993 günü çantasında yeni dosyalarla Diyarbakır’a Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Necati Özgen’le görüşmeye giden Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı, Ankara Güvercinlik’ten kalktıktan 6 dakika sonra düştü ve komutan öldü. 

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in ölümünden 8 ay sonra Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 günü Lice ilçesinde çıkan olaylara müdahale etmek üzere Diyarbakır’dan Helikopterle Lice’ye geldiğinde, Jandarma Bölük Komutanlığı bahçesine inen Helikopterden çıkar çıkmaz uzun menzilli bir suikast silahından çıkan kurşunlarla vuruldu. 

Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın Diyarbakır’da şehit edilmesinden 2 hafta sonra yeni bir suikast haberi Ankara’dan geldi. Mardin ve Diyarbakır’da uzun yıllar görev yapmış olan Jitem’in kurucularından Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Ankara Elmadağ’da kafasına sıkılmış kurşunla öldürülmüş olarak bulundu. 

1 Yıl sonra; 

Tunceli İl Jandarma Alay Komutanı ve Jandarma Bölge Komutan vekili Albay Kazım Çillioğlu 3 Şubat 1994’de odasında kafasına sıkılmış kurşunla ölü olarak bulundu. Kayıtlara intihar olarak geçti. 

Albay Çillioğlu’nun ölümünden bir yıl sonra ise Mardin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden 14 Ağustos 1995 tarihinde operasyon için çıktığı kırsal alanda, başına arkadan gelen uzun menzilli suikast silahına ait bir kurşunla şehit oldu. 

Tüm bu ölümlere, Turgut Özal ve Adnan Kahveci’nin şüpheli ölümlerini, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı suikastlerini de eklediğimizde ve hatta Abdullah Çatlı’nın Susurluk kazasında ölümü ve ASELSAN’da çok önemli noktalarda görev yapan çok değerli 3 genç mühendisimizin ölümlerini de ekleyelim. 

Bu isimlere Necip Hablemitoğlu, Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan suikastleri ve hatta Başbakan Bülent Ecevit’in şüpheli ölümü gibi eklenebilecek isimler ve ölümler de var!.. 

Bugünkü Ergenekon ve Balyoz yapılanması ile yakın geçmişimizde yaşanan tüm bu olaylar arasında bir bağ var mıdır? Böyle bir bağ var ise, suçlanan rütbeliler gerçekten suçlu mudur? Yoksa cinayetler serisini daha fazla uzatmak istemeyen eller tarafından farklı yöntemlerle susturmanın bir yolu mu uygulanmaktadır?!.. 

Çok önemli bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum: 

Albay Rıdvan Özden cinayetinde adı geçen Ebu Süfyan kod adını kullanan, sarı saçlı, mavi gözlü Jitem görevlisi ile, Başbağlar baskınında köyde bulunan ve olaylara tanık olan kadınların ifadelerinde anlattıkları, iyi giyimli, Türkçesi gayet düzgün, giyim ve konuşma tarzı olarak diğer teröristlerden bariz şekilde farklı olduğu görülen ve dahası diğerlerine emir komuta eden sarı saçlı, mavi gözlü kişi arasında bir bağlantı var mıdır? Aynı kişi olabilir mi? 

Aslında söylenebilecek, yazılabilecek daha çok şey var elbette!.. Ancak, konuyu ve dikkatleri dağıtmamak adına satırlarıma burada son vermem gerektiğini düşünüyorum. 

Son olarak; 

Vatan mücadelesinde şehit düşen, başta tüm değerli komutanlarımız ve askerlerimiz olmak üzere, 5 Temmuz 2013’de 20. Yıl dönümünü idrak ettiğimiz, vahşi katliamların doruk noktasına ulaştığı Başbağlar katliamında kaybettiğimiz şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Ruhları şâd olsun.