Bu âsinin yarın mahşer yerinde hayvanının tırnağı yer tutarsa cehenneme at sürerim, kimseyi koymam hep çıkarırım... 
                — TERZİ BABA — 

Terzi Baba’nın 1789’da doğmuş olması kuvvetle muhtemel... 59 yaşında öldüğü de hakim kanaat... 
Asıl adı; Mehmed Vehbî, babasının adı Fazlızâde Abdurrahman... mesleği terzilik olduğu için O’na; Terzi Ağa, Terzi Baba ya da Hayyat Vehbî dendiği de malumdur... 

Hâlid el Bağdâdî’nin Halife’lerinden Abdullah Mekkî; layıkını bulup, manevi emaneti teslim etmek için Erzincan’a gelir... 
Kurşunlu Camii medresesinde yapılan uzun sohbet ve müşaverelerden sonra, emaneti vermeye Mehmet Vehbî’yi layık görür ve emaneti ona teslim eder. Danışma, görüşme, halleşme uzun sürer... çünkü Hz. Peygamber’in mescidine dahi girmiş fitne hüneri, Kurşunlu camii’nin  medresesine de girmeyi ihmal etmez, emanetin teslimi hususunda tartışmalara, münazaralara sebep olur... 

Nihayet... zamanın o kutlu anından sonra Terzi Baba’nın şöhreti; Erzincan, Erzurum, (Harput)Elazığ, Gümüşhane, Bayburt, Sivas yörelerinde yayılır ve menkıbeleri dilden dile dolaşmaya başlar... 

Erzincanda Hayyat Vehbî’nin evi, Cami-i Kebir ile Kurşunlu Camii arasında bir yerde olduğu bilinmektedir. 1939 depreminde bu camiler, Erzincanla birlikte yerle bir olur... her iki Camii ve diğer camiler, aynı adlarla ve yine Erzincanla birlikte yeniden inşâ edilir... 

Çok şükür; bu camilerde de Secde-i Rahman’a kapanan nasiyesi temiz nice kalpler vardır ve daima var olacaklardır... çünkü Erzincan’ın manevî kubbesini; fazl-ı keremi İle, hikmeti ve himmeti ile ayakta tutan Terzi Baba gibi yıkılmaz sütunları vardır... 

TERZİ BABA İRŞADINA DEVAM EDİYOR... 

Türbesi bir irşad makamı gibi... ölü bedenler, etrafında halka halka olmuşlar, onu dinliyorlar sanki... ama bu defa sessiz... hissiz... ağızsız ve dilsiz... 

Şehrin mezarlığı, şehri aziz kılan bu zatın adıyla anılıyor... Türbesinin kemerinde, kalbinin bir nakışı gibi duran duası yazılı... Duası, insanların cümlesi ve memleketi Erzincan için! Zaten hayırhahlık ve diğergamlık duygusu, bir Velî kalbini tezyîn eden manevî süslerden değil midir?... 

Hani... selâm veren birinin selâmını, yüzünü dökerek alan Bâyezîd-i Bistâmî’ye neden diye sormuşlar... “Selâm verip selâm almanın “yüz” sevabı var ise, doksanı yüzü güleç olana nasip olur... Ben yüzümü dökerek aldım ki, doksanı o selam verene gitsin!” Demesi gibi... 

Açlık halinde; elindeki tek lokmayı kendisinden daha aç olana yediren... Susuzluk halinde; tasını kendi dudaklarından daha kuru olana uzatan Velî ahlakı işte!... 

Fedakârlığın son kertesi, yaşatmak için ölmeyi tercih eden bir yol ahlakıdır ki bu! Ucunun Hz. Ebubekir’e uzandığını hepimiz biliriz. 

Başını dizine koymuş uyuyan Hz. Peygamberi korumak için yılan deliğini ayağının tabanıyla kapatan ve yılan zehrini ayak tabanından içen Ebubekir’e... 
İşte Ebubekir ve işte o sadakat yolunun sancaktarı Ebubekir’in izinde; insanları kurtarmak için cehenneme at sürmeyi kafasına koymuş Hayyat Vehbî... 

ERZİNCAN ve TERZİ BABA 

Bu başlığı açmak için söze Aşçı İbrahim Dede’den başlamam lazım... 

Aşçı İbrahim Dede; İstanbul Kandilli’de dünyaya gelmiş, Süleymaniye Rüştiyesi’ni bitirmiş, “ehl-i dil” bir İstanbulludur. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı patlak verince, Dördüncü Ordu rûznâmçe kaleminde görev almak üzere Erzurum’a gelir. Bilâhare ordu karargâhı Erzincan’a nakledince, Aşçı Dede de bittabi Erzincan’a gider... 

Kendi adıyla mecmua neşretmiş, eser sahibi bu İstanbul çocuğu, Erzincanda bir zaman sonra Hayyat Vehbî’nin Halifesi Şeyh Fehmi Efendi’ye intisab eder... dolayısıyla Hayyat Vehbî(Terzi Baba) hakkında geniş bir mülahazata sahip olur... 

Aşçı Dede Erzincan’ı o kadar çok sever, o kadar çok bağlanır ki, sınırlı bir süre kalmış olsa da, ömrünün ahirine doğru soranlara Erzincanlı olduğunu söyler... 

Görevi icabı; Erzurum, Erzincan, Şam, Hicaz, Edirne gibi değişik coğrafyalarda bulunmuş, malumat sahibi bu zatın Erzincan tarifi şöyledir: 
“Erzincan zahiren küçük ancak batınen bir şehr-i muazzamadır. Dört tarafı dağlarla kaplı, ortası büyükçe bir ova, bağlık ve bahçelik... istersen buna hücre, ister isen Divanhane-i Hazret-i Canan de...” şeklinde vasfeder... 

Aşçı Dede Erzincan’a geldiğinde, Hayyat Vehbî çoktan hayatı terk etmiş, göçünü tutup, geride dilden dile dolaşan bir menakıb kültürü bırakarak ahiret yurduna göçmüştür. Ama O’nun nefesiyle ısıttığı, irfanıyla yıkadığı şehrin ruhu hâlâ temizdir... diridir... nurludur... yani Hazreti Cânan ahirete göçmüştür fakat dâr-ı dünyâdaki Divânhânesi ürüşandır... ışıl ışıldır... yaktığı kandiller, etrafa ışık saçmakta, kurduğu sofradan nasibi olanlar, paylarına düşeni almaktadırlar... 

O sofradan nasipsiz kalanların, Hayyat Vehbî’yi kâmil manada anlayamamış olanların, baktıkları halde O’nu göremeyenlerin hallerini de; iz’ansızlık ya da körlüklerine bağlamaktan ziyade, Yaradan’ın Hayyat Vehbî’ye bahşettiği edeb ve iffetin derecesinde aramak lazım gelir!... 

Zira edeb ve iffet, Allah’a yakın duranın mümeyyiz vasıflarındandır... 
“sırrı saklamak” da bu vasıfların olmazsa olmaz bir icabıdır. 
Velî mertebesindeki bir kul’a göre “sır”; aklından geçeni sakalının telinden, derdini dermanından saklamaktır... bu sır algısıdır ki, Hayyat Vehbî’yi her bakan gözün görmesinden men eylemiştir. 

Mevzuyu niye bu kadar uzattım ki... Türbesinin fotoğrafı üstüne ona ait, sadece “Vallahi dünya için Allah demem” sözünü yazıp bıraksaydım, Terzi Baba’yı daha iyi, daha çok, daha güzel anlatmış olurdum... Türk’ün aklı sonradan geliyor İşte!...