Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan gerginliğe tamamen Yunanistan’ın “Ege, Yunan Denizidir” anlayışı getirmiştir. Haksız ve hukuksuz bir yaklaşım ile Türkiye’yi Anadolu kozasına hapsetme girişimi olan Yunanistan’ın bu tavrı maalesef ne NATO ne de AB tarafından engellenmemekte sadece olacaklar takip edilmektedir.
BU DURUM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Aslında Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları yeni bir durum değildir. Kıbrıs Rum Yönetimi, 2002'den itibaren Doğu Akdeniz'de Mısır, Lübnan, Suriye ve İsrail gibi ülkeler ile Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları yapmaya başlamıştı. Türkiye ise bu anlaşmaların Kıbrıs Türkleri ve Türkiye'nin haklarını çiğnediği gerekçesiyle konuyu BM'ye taşımış ve kendi münhasır ekonomik bölge haritalarını BM nezdinde onaylatmıştı. Türkiye'nin BM nezdinde itirazlarına rağmen Kıbrıs, 2007'nin başında 13 adet arama sahası ilan etti ve büyük petrol şirketlerine ruhsat verme aşamasına geçti. Buna karşılık olarak Türkiye, Doğu Akdeniz'de kendi ekonomik bölgesinde, Kıbrıs adasının kuzeyi ve doğusunda belirlediği bölgelerde TPAO'ya arama ruhsatları verdi. Kıbrıs'ın 13 parselinden 1, 4, 5, 6 ve 7 no'lu parsellerin bir bölümü Türkiye'nin TPAO'ya ruhsat verdiği bloklarla kesişiyordu. 3 no'lu parsel ise Kuzey Kıbrıs'ın TPAO'ya verdiği ayrıcalıklı alan ile çakışıyordu. Arama ruhsatları ile ilgili yaşanan çatışma, Yunanistan ile gerginliğin ortaya çıkmasına yol açtı.
Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginliğin boyutu, 2010'dan itibaren Doğu Akdeniz'de zengin hidrokarbon yataklarının keşfedilmesi ve uluslararası büyük enerji şirketlerinin bölgeye akın etmesiyle birlikte daha da arttı. Amerikan, İtalyan ve Fransız şirketleri bu doğrultuda Kıbrıs Rum Yönetimi ile anlaşmalar yaparak bölgede arama faaliyetlerine başladılar. Türkiye de Kıbrıs Rum Yönetiminin bu hareketine karşı sondaj gemisi Fatih'i ve Yavuz’u Türk savaş gemilerinin himayesinde Akdeniz'e çıkararak kendi kıta sahanlığında kalan bölgelerde doğalgaz arama faaliyetlerine başladı.
Bütün bunların ardından Türkiye, 27 Kasım 2019’da Libya ile imzaladığı Deniz Yetki Alanlarını Sınırlandırma anlaşması ile Yunanistan’ın Girit, Karpathos ve Rodos adalarının güneyinde kalan bölgeyi kıta sahanlığı kapsamında gördüğünü ilan etmiş ve bu anlaşmayı BM’ye kaydettirmişti.
Atina ise bu anlaşmanın uluslararası hukukta bir geçerliliği olmadığını savunarak Türkiye’nin ortaya koyduğu haritanın Yunanistan’ın egemenlik haklarını çiğnediğini ilan etmişti. Avrupa Birliği (AB) de Yunanistan’ın açıklamalarını desteklemiş, Türkiye’nin, "yasa dışı" olarak tanımladığı hidrokarbon çalışmalarını durdurmasını talep etmişti.
Ancak son dönemde Yunanistan ve Fransa’nın Türkiye’ye karşı Doğu Akdeniz’deki hakimiyet alanlarını kendi lehlerine kullanma çabaları ve Türkiye’yi başta AB olmak üzere uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırma girişimleri, Ankara’nın tepkisini çekti. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını görmezden gelen Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerine karşı pozisyonunu sertleştirdi.
21 Temmuz 2020’de Türkiye bu defa "denizcilere duyuru" anlamına gelen ilk NAVTEX’ini yayınlayarak, Oruç Reis araştırma gemisinin BM’ye bildirilen kıta sahanlığı sınırları ve 2012 yılında TPAO’ya verilen ruhsat sahaları içinde kalan bölgede sismik araştırmalar yapacağını ilan etti. Bunun üzerine Yunanistan da harekete geçerek, korsan bir NAVTEX ilanında bulundu. Ardından savaş gemilerini bölgeye göndererek ortamın ısınmasına neden oldu. Bölgede sıcak bir çatışmanın ortaya çıkma ihtimali üzerine 22 Temmuz’da AB Dönem Başkanı sıfatıyla Almanya Başbakanı Angela Merkel devreye girerek müzakere yapılması teklifinde bulundu. Bunun üzerine Türkiye NAVTEX ilanını 3-4 haftalığına geri çektiğini ilan etti.
Bu sırada Yunanistan, müzakere sözünde durmayarak Mısır ile bir Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzaladı. Yunanistan ile Mısır'ın yapmış olduğu anlaşmanın, Türkiye ile Libya'nın anlaşma bölgesi ile çakışması bölgede gerginliğin yeniden tırmanmasına yol açtı.
Yaşanan bu gerginliklerin içinde gözden kaçan bir husus vardır ki, o da Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de yapmış olduğu Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarında adaların kıta sahanlığının kısıtlanabileceği anlayışını savunulmasıdır. Oysa Yunanistan Türkiye’nin bu yöndeki girişimlerine adaların kıta sahanlığını öne sürerek karşı çıkmaktadır. Yunanistan Türkiye’ye karşı aksi bir uygulama ile yapmış olduğu anlaşmalara ters düşmekte ve aslında bu şekilde kendi görüşlerini de çürütmektedir.
Yunanistan-Mısır Anlaşmasının 6 Ağustos’ta ilan edilmesinin hemen ardından Türk Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklama ile, Yunanistan-Mısır anlaşmasının “yok hükmünde” olduğunu, iki ülke arasında deniz sınırının da olmadığını kayıt altına aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 7 Ağustos’ta yaptığı açıklamada, bu anlaşmanın ardından Türkiye’nin moratoryumu sona erdirdiğini, belirlenen bölgede sismik çalışmaların başlayacağını açıkladı ve 10 Ağustos sabah saatlerinde yayınlanan NAVTEX duyurusu ile Türkiye bu anlaşmaya tepkisini gösterdi. Duyuru, Oruç Reis gemisi ile ona eşlik edecek Ataman ve Cengiz Han gemilerinin 23 Ağustos’a kadar çalışacakları alanların koordinatlarını kapsamakta idi. Türkiye’nin NAVTEX ilanından sadece saatler sonra Yunanistan da karşı NAVTEX duyurusu yayımladı ve Türkiye’nin ilan ettiği alanların Yunanistan kıta sahanlığı içinde olduğunu bildirdi.
PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Yaşanan son NAVTEX girişimleri neticesinde Yunanistan, AB, NATO ve BM’ye Türkiye’yi şikâyet etti. Yunanistan’ın bu şikâyetleri bu defa sadece durum tespiti şeklinde değil Türkiye’ye karşı gerek siyasi gerekse ekonomik yaptırımların uygulanmasına yönelikti. Yunanistan’ın bu girişimlerinin asıl sebebi, Doğu Akdeniz’deki Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’ye karşı oluşturduğu hak gaspı girişiminde AB’nin ve ABD’nin desteğini almaktır.
Atina bu girişimleri ile AB’nin, 27-28 Ağustos günlerinde yapılması plânlanan olağandışı dışişleri bakanları toplantısına kadar, Türkiye’ye karşı alınacak önlemler listesini hazırlamasını istemektedir. Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias da 7 Ağustos’ta Yunan basınına verdiği bir demeçte, hazırlanacak yaptırım listesinin Türk ekonomisine dönük olmasını ve böylece Türkiye’nin AB ile çatışmaya girmesi durumunda neleri kaybedeceğini görmesini istediklerini söyledi. Bu demeçten de anlaşılacağı üzere Yunanistan bugüne kadar kendisine destek veren ülkeleri de yanına alarak Türkiye’yi ekonomik yaptırımlar ile karşı karşıya bırakmak ya da bununla tehdit etmek istiyor. Türkiye’nin sürekli diyalog ve sorunların müzakere yolu ile çözülmesi girişimlerine karşı Yunanistan’ın masadan kaçarak ortamı geren girişim ve faaliyetleri, uluslararası kamuoyunun gözleri önünde cereyan etmektedir. AB’nin 13 Temmuz toplantısında Türkiye’ye karşı yaptırım uygulanmasına yönelik girişimlere, dönem başkanı Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkeler karşı çıkmıştı. Dolayısı ile Türkiye’ye karşı böyle bir ekonomik yaptırım girişimi sonuçsuz kalacak ve çözümün masada aranması yönünde telkinler gelecektir. Yine aynı şekilde Dedeağaç ve Girit’te üs kurmasına izin verdiği ABD’nin de desteğini almak isteyen Yunanistan’ın bu hukuksuz girişimlerinin ABD tarafından da karşılık bulmayacağı aşikârdır.
Türkiye’nin bu konudaki önerisi, Akdeniz’e kıyısı olan bütün ülkelerin katılacağı bir toplantı ile sorunların çözülmesi şeklindedir. Son durum karşısında müzakere masasından kaçan Yunanistan’ın müzakerelere nasıl ikna edileceği ise tam bir soru işaretidir. Yunanistan sürekli olarak kabul edilmesi mümkün olmayan ön şartlar öne sürerek çözümsüzlüğü bir çözüm olarak görmektedir.
Türkiye’nin burada yapması gereken birkaç girişim bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Yunanistan’ın bölgede gerginliği tırmandıran girişimleri nedeni ile AB ve BM nezdinde izole edilmesinin sağlanması olmalıdır. Ayrıca Yunanistan’ın, başta Meis Adası olmak üzere daha küçük ada ve adacıkları dahi, maksimalist kıta sahanlığı kazanımı için kullanması ve bunu yaparken de Türkiye-AB ilişkilerini bir tehdit olarak ortaya koymasından duyulan rahatsızlık uluslararası platformlarda yüksek sesle dile getirilmelidir. Yani Yunanistan’ın Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları ve Meis adası üzerinden çıkardığı gerginlik ile asıl amacının ne olduğu uluslararası kuruluşlar önünde net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bunun yanında Yunanistan’ı bu tür hukuksuzluklara iten ve cesaretlendiren unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Türkiye’nin bu anlamda yapması gereken bir başka girişim de Yunanistan ile anlaşma yapan ülkelerin önüne daha gerçekçi anlaşma metinlerinin getirilmesidir. Özellikle Mısır, alan itibariyle Türkiye ile benzer bir anlaşma yapsa idi daha fazla bir sahadan faydalanabilecekken Yunanistan ile yaptığı ancak hala imzalanmamış olan anlaşmada daha sınırlı bir alandan faydalanacağı görülmektedir. Bu ve benzeri anlaşma metinlerinin diğer ülkeler ile müzakere edilmesi, Doğu Akdeniz’deki dengelerin Türkiye lehine değişmesini sağlayacaktır.
Bütün bunların yanında Türkiye her şeye rağmen Doğu Akdeniz’de bir oldubittiyi kabul etmeyecek ve Oruç Reis, Barbaros Hayreddin Paşa ve Yavuz araştırma gemileri ile Doğu Akdeniz'deki faaliyetlerini devam ettirecektir. Türk donanması da her türlü tehdide karşı bu araştırma gemilerine eşlik edeceklerdir. Sonuç olarak Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak adına ve kendine düşen payı denizlerinden, Mavi Vatan’dan gereği kadar alması en doğal hakkıdır. Her ne pahasına olursa olsun bu hakkından vazgeçmeyeceğini de ilan etmiştir. Bu nedenle Yunanistan’ın oynadığı tiyatro ve oyalama taktikleri artık kabul görmemektedir.
Prof. Dr. Salim Gökçen
Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Öğretim Üyesi