Bir yaz gününün ikindisiydi, seksenli yılların sonlarıydı ve Erzincan Keşiş Dağları’ndan esen hafif bir rüzgârla serinlemeye hazırlanıyordu. Kavak yapraklarının hışırtıları Vasgirt Deresi’nin sesine karışmış hoş bir armoni oluşturmuştu. Kimilerinin Söğütlü Kahve de dediği Selami’nin Kahvesi’nin bahçesinde söğüt ağacının altındaki ahşap masada kır saçlı bir adam oturuyordu. Elindeki deftere bir şeyler karalıyordu. Eskileri yâd ediyordu. Eskiden arada bir gelip o masada oturur, elindeki deftere uzun uzun bir şeyler yazarmış. Ben yeni görmüştüm. Akşam bastırıp Kırçiçeği Aile Gazinosundan müzik sesleri yükselmeye başlayınca adam defterini katlayıp oturduğu masadan kalkıyor ve uzaklaşıp gidiyordu.

Yıllar sonra tanıdım Mustafa Kutlu’yu ve yine yıllar sonra öğrendim o Vasgirt’teki Söğütlü Kahvede söğüdün dibindeki masada oturan adamın Mustafa Kutlu olduğunu…

Adana’dan otobüse binip Adıyaman’a kadar yaptığım yolculuk sırasında elime geçirdiğim bir dergide onun Anadolu tadında, Erzincan kokan bir hikâyesini okumuş ve çok duygulanmıştım.  Gurbet ellerde oluşumdan mıdır, hikâyelere olan yakınlığımdan mıdır bilmem ama kendimi bulmuştum o hikâyede…

Güzel Anadolu’muzun, hayal ufuklarımızı zorlayan, kimi zamanda o ufukların dışına taşan bir hekât kültürü vardır. Bizim çocukluğumuz; ninelerimizden, annelerimizden dinlediğimiz Yedi Başlı Dev, Keloğlan gibi masallarla (hekât) geçti. Aile büyüklerimiz bizlere bir şeyler öğretmeye kalkıştıkları zamanlarda ezberledikleri bir masalın kıyısına köşesine bir şeyler iliştirerek bizlere anlatırlardı. Bu yüzdendir ki bir masalı her defasında farklı desenlerde, renklerde hatta farklı motiflerde dinlemişizdir. Bizim akranlarımızın Pokemonu, Örümcek Adamı, Badmeni olmadı. Bizler bir başına bir orduyu yerle yeksan eden kahramanların, sinirlenince gözlerinden ateş fışkıran ejderhaların ve Kaf Dağının arkasındaki Zümrüdü Anka kuşunun hayalleri ile büyüdük. Ve onları televizyon ekranlarında başkalarının şekillendirip bize sundukları şekilleri ile değil de her birimizin hayal dünyasındaki farklı şekilleri ile tanıdık. Anadolu’muzun, kokusunu ve tadını yoksulluktan alan binlerce yıllık bir maziye sahip bu masal kültürü yine Anadolu hikâyeciliğinin de membaı olmuştur.

Mustafa Kutlu’nun iki binli yılların henüz başında yayımlanan Uzun Hikâye adlı eserinde Anadolu Hikâyeciliğini görüp yaşamıştım. Anadolu insanının istasyon kokusu ve tren sesi ile bütünleşmiş hayat hikâyesini görmüştüm o hikâyede. Yine dünya görüşünden ötürü adı Sosyalist Ali’ye çıkan bir insanın sürgün kasabalarında yaşadığı trajedisini görmüştüm o hikâyede…

Bizdeki Mustafa Kutlu;   

Anadolu’nun tozlu, çamurlu yollarında inadına yürümüş ve o çamurları inadına sırtına kadar sıçratmış bir adamın, İstanbul’da devam eden hayatında kerpiç evlerdeki sıcaklığın hikâyesini unutmadığını gösteren bir hayat felsefesidir. Kendisine has üslubu ile anlattığı taşra hikâyelerini İstanbul kültürüne kabul ettirmiş bir insan portresidir.

Çok söz söylemeden çok şey anlatabilmiş hikâyeciliği ile Edebiyat Dünyasına yeni bir hikâyecilik anlayışı kazandıran Mustafa Kutlu, yeni nesil hikâyeciler için bir rol model olmuştur.

Aslen Erzincan- İliç- Kuruçay doğumlu olup hayatının anlamlı yıllarını Erzincan’da geçiren yazar, Erzincan’dan hiçbir zaman kopmamış ve şehrin değerlerini hikâyeleri aracılığı ile edebiyat dünyasına taşımıştır. Bize düşen ise onun yolundan yürümek olacaktır. Yüreği Anadolu tadında güzel namelerle dolu güzel insan, Mustafa Kutlu Hocam; biz biliyoruz ki, sıradan bir hayat yaşayanların ömrü de sıradan ve kısadır. Sizin ömrünüz, inanın hikâyeleriniz gibi manalı, sıra dışı ve baki kalacaktır…