Dalından kopup hüzünlü bir eda ile yere düşen yaprakların mevsimiydi bu mevsim. Okulun karşı tarafındaki meyve ağaçlarının yaprakları renkten renge bürünmüştü. Tabiattaki bu renk cümbüşünün aksine her şey bir gidişi, bir göçüşü ve hatta bir ömrün son demlerini betimliyor gibiydi.

Mevsimle birlikte gelen meyveler ağızları tatlandırırken solup giden yapraklara ne demeliydi.  Ufuklardan uzaklaşan kırlangıçların ardından uzayıp giden bir bakış ve ömründe ilk kez upuzun bir yolculuğa çıkacak bir leylek yavrusunun gidişine hüzünlü bakışlar birer umut tasviriydi.

İşte bundan olsa gerek etraftaki bütün insanların simalarında buruk mimikler hâkim, dillerinde ise şairin o hüzünlü dizeleri terennüm ediyordu.

“Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar…”

Zira mevsim sonbahardı…

Fakültedeki son senemdi. Gelecek yeni ve bilinmeyen zamanlara doğru uygun adımlarla ilerliyor gibiydim. Baharlarına büyük hayranlık duyduğum bir şehirde belki de bu son sonbaharımdı. Bu yüzden benim de içimde tarifi mümkün olmayan bir burukluk vardı.

O sabah diğer sabahlardan farklı olarak herkesin yüzüne güne edebiyatla başlayacak olmanın mutluluğu yansıyordu. Bütün yüzlerde burukta olsa bir tebessüm vardı. Bunun bir diğer manası ise şiirlerle, türkülerle geçecek olan kısa bir zaman diliminin yaşanacak olmasıydı.

Necdet Hoca, o sabah her zamankinin aksine çok durgun ve gergindi. Ne de olsa yaşını başını almış, bizden epeyce bir zaman önde gidiyordu. Biz onun bu halini tahmin etmeye çalışırken o ise her zamankinin aksine kürsüdeki sandalyesine oturup dalıp gitmişti. Oysaki o her zaman bir dörtlükle başlardı. Sınıftaki herkeste onun gibi sabahın ilk saatlerinde karşıdaki ağaçların yapraklarındaki çiy damlalarının güneşle raksına dalıp gitmişti.

Hoca bir ara sınıfa dönerek; “Günaydın!” diyordu. Bu onun bu sabah ikinci selamlama seremonisiydi. İşte bu kadar dalgındı.

İlerleyen dakikalar gösteriyordu ki hocamızın derdi meğer bir başkaymış. O,Edebiyatımızda mektup üzerine çalışıyordu. Bu yüzden de bulabildiğince mektup, mektup üzerine kaleme alınmış birçok makale toplamış hatta edebiyat dünyasına mal olmuş mektuplardan oluşan kitaplar temin etmişti. Tedarik ettiği kitaplarının bazılarını ise zaman zaman dersine girdiği sınıflara götürmüş ve öğrencilerine tanıtmıştı.

Mihriban’a Mektuplar

Piraye’ye Mektuplar

Milena’ya Mektuplar

Kardelene Mektuplar…

Onun derslerinden son zamanlarda aklımızda kalanlardı…

Birkaç gün önceki dersine, elinde kapağı solmuş üzerindeki mavi renk griye dönmüş bir kitapla gelmişti. Halikarnas Balıkçısı’nın Mektuplarıydı. Kitaptan bir iki mektupla dersi renklendirmişti. Bu dersten arta kalan ise kitabın solmuş kapağı, yazarın ismi ve kitaptaki mektuplardan akıllara işlenen birkaç süslü cümle olmuştu.

Necdet Hoca o günün sonunda kitabı bir yerlerde unutmuş olmalıydı ki, dünden beri onu bulma telaşına kapılmıştı. Ama nafile…

Dersine girdiği bütün sınıflarda kitabın mutlaka bulunması gerektiğini kendince cümlelerle anlatmıştı. Son olarak ise bizim sınıfta anlatmış fakat yine beklediği cevabı alamamıştı. Kim ne yapacaktı ki yetmişli yıllarda basılmış bu eski kitabı. Herkes birbirine bakıyor, kitapla ilgili hafızalarını yokluyordu. Lakin, dedim ya; akıllarda kalan sadece birkaç cümleden öteye gitmiyordu.

Hoca; “Mutlaka bulmalıyım o kitabı!” diye söylenerek derse başlıyordu. Haftanın bu son günü, dersimiz Necdet Hoca’mızın keyfini kaçıran kayıp kitabın gölgesinde adeta kaynayıp gitmişti. 

Akşama doğru okuldan çıkarken beynim ve ayaklarım arasında bir kavga yaşanıyordu. Bu öylesine bir kavgaydı ki beni bile çileden çıkarıyordu. Günün yoğunluğu beni hayli yormuştu. Üstelik karnımda acıkmıştı. Az önce son derste eve gidip karnımı doyurma ve sonrasında dinlenme hayali kurmuştum. Çarşıya gidebilmek için bindiğim otobüs üniversite yerleşkesinden ayrılıp şehir merkezine doğru ilerlemeye başladığında benim aklıma farklı şeyler gelmeye başlamıştı. Gözümün önünden Tahir Hoca’nın o adeta uçsuz bucaksız deryayı andıran kitaplığı geçiyordu. Necdet Hoca’nın kaybettiği kitabı orada bulacağımdan oldukça emindim. Lakin oraya gidebilmek için biraz zamana ihtiyacım vardı. Önümüz hafta sonuydu ve aklıma gelenler yüzümü güldürmeye yetiyordu.

Hafta sonu dinlenmek için kendime ayırdığım zamanı feda edip şehre epeyce uzaklıkta bir köydeki binlerce kitaptan oluşan o kütüphanede soluğu almıştım. Şehrin batı kısmına doğru yaklaşık yüz kilometrelik bir minibüs yolculuğundan sonra Refahiye İlçesi’ne, oradan ise Cengerli Köyü’ne gelmiştim. Bu köydeki kütüphane bir şehrin hafızası gibiydi. İşimiz düştüğü zaman o kitaplara ulaşabilmek için o kadar yolu hiç erinmeden gidebilmek bizim için bir zevkti. Hele de o kadar kitabı bir arada görmek. Ne kadar huzur verici bir şeydi.

Bir kez daha o mutluluğu yaşamıştım. Bu defa biraz daha çok mutlu olmuştum. Zira işin ucunda Necdet Hoca’yı da mutlu etme hayalim vardı.

Yaprakların hafifçe kımıldadığı serin bir sonbahar gününde Tahir Hoca’nın Munzur Dağları’nın yamaçlarını uzun uzadıya seyreden kütüphanesinden Halikarnas Balıkçısı’nın Mektupları adlı kitabı bir haftalığına ödünç almış, aynı gün şehre geri dönmüştüm.

Şimdilik çok mutluydum. Lakin bir haftalık süre zarfında bu kitabın Necdet Hoca’mızın işini göreceğini sanmıyordum. Yanımda götürdüğüm fotoğraf makinesi ile kitabın bütün sayfalarını fotoğraflamayı da düşünmüştüm lakin şimdilik ona gerek kalmamış gibiydi.

Akşam eve gitmeden bir kırtasiye dükkânına uğrayıp kitabın bütün sayfalarını fotokopi yaptırmak aklıma gelmiş ve hemen düşündüklerimi gerçekleştirebilmek için harekete geçmiştim. Harçlığımdan birkaç kuruş eksilecekti ama olsun, hocamı memnun etmek her şeyden daha önemliydi benim için…

Farklı bir hafta sonu serüveninin ardından elimdeki fotokopilerle okulun yolunu tutmuştum. Belki kitabı veremeyecektim ama bu kâğıtlar hocamızı mutlu etmeye yetecekti diye düşünüyordum.

O benim bugüne kadar saçıma, sakalıma karışmayan tek hocamdı. Dersini de üstelik çok severek takip ediyordum. Edebiyata olan ilgim ve sevgim onu tanıdıktan sonra adeta bir tutku halini almıştı. Bugüne kadar nedendir bilmem ama ona karşı hep bir vefa borcum olduğuna inanıyordum. Belki de bu şekilde o borç yükünü biraz olsun hafifletecektim.

Fakültenin kapısından içeriye girer girmez büyük bir heyecanla hocamın odasına doğru yürümeye başlamıştım. Bu, yürüme koşma arası bir gidişti. Necdet Hoca’nın kapısına geldiğimde ise yüreğim göğüs kafesimden fırlayacak gibiydi. Azıcık soluklandıktan sonra üstümü başımı, saçımı sakalımı şöyle bir düzeltiyor ve kapıyı tıklatıyordum.

Sabahın ilk ışıkları karşı ki pencereden yüzüme vuruyor, gözlerim kamaşıyordu. Necdet Hoca’nın yüzünü görmekte bir an için zorlanmıştım. Hocam yeni gelmiş ve masasının üzerinde bir şeyler aramakla meşguldü. Hafifçe eğilip;

“Günaydın hocam!” diyordum.

Hoca;

“Günaydın Ali” diyor ve gülümsedikten sonra halimi hatırımı soruyordu. Kısa süren selamlaşmanın ardından; “ Buldum hocam!” diyerek elimdeki kâğıtları hocaya uzatıyordum. Hoca ilk önce ne olduğunu anlamamış ve baş taraflara şöyle bir göz attıktan sonra kafasını kaldırıp;”Bir nevi hırsızlık!” diyor ve suratını asıyordu. Ben bir anda neye uğradığımı şaşırmış, öylece donup kalmıştım. Boğazım kurumuş, yutkunamaz olmuştum. Ben onun bu tavrına hiç alışık değildim. Üstelik de teşekkür edeceğine beni hırsızlıkla suçlamıştı. Haftanın bu ilk günü kaş yapayım derken, göz çıkarmış o ruh haliyle de derse gitmiştim.

Ertesi gün Necdet Hoca’nın dersi vardı ve nasıl bir tepki ile karşılaşacağımı bilemediğim için derse gidip gitmemekte kararsız kalmıştım. Gururumla verdiğim büyük mücadelenin ne durumda olduğunu kestiremeden kendimi sınıfta bulmuştum. Dünden beri kendime “ nerede yanlış yaptım?” diye soruyor lakin aklımı ikna eden bir cevap alamıyordum. Hoca sanırım bizleri bir şey ile imtihan etmeye çalışmış ve ben o imtihanı kaybeden tek kişi olmuştum.

Hoca o günkü dersimize elinde bir elma, bir ekmek, bir de benim verdiğim fotokopilerle gelmişti. Herkes onu bir espri olarak görse de benim beynimde şimşekler çakmaya başlamıştı. Her zaman o latife yapardı biz gülerdik. Bu defa ise arkadaşlar bir şeyler söylemişler fakat şakaları karşılıksız kalmıştı.

“Hocam kahvaltı yapmadınız mı?” diye soran da vardı, “ekmek ile elmaya şiir mi yazacağız?” diye soran da…

Nafile…

Necdet Hoca pek gülecek gibi değildi.

Kısa bir selamlaşmanın ardından beni kürsüye çağırmış ve ekmeği elime tutuşturarak, en başından başlayıp ekmeğin bu hale gelinceye kadar serencamını anlatmamı istemişti. Ben de sonucun nereye geleceğini az da olsa tahmin ederek birkaç yutkunmadan sonra buğdayın tarlaya serpilmesinden itibaren anlatmaya başlamıştım. Ardından bir kız arkadaşı çağırıp ona da elmayı anlattırmıştı.

Sınıftaki herkes tüfeğine davranan birer avcı misali kalemleri eline almıştı. Belli ki herkes Necdet Hoca’nın “bir öykü, bir şiir yazın!” demesini bekliyordu. Lakin o öyle dememiş elindeki kâğıtları havaya kaldırarak anlatmaya başlamıştı.

Elindeki kâğıtların manasını ve içeriğini sadece ben biliyordum. Ama benim ismim o günkü dersin uzayan bölümlerinde hiçbir zaman zikredilmemişti.

Necdet Hoca, bir kitabın yazarın kaleminden mücellidin eline kadar uzayıp giden hikâyesini anlatıyor ve bir diğer eline aldığı kitabın da bir elma kadar, belki de bir ekmek kadar emek harcanarak hayata getirildiğini anlatıyordu. Ardından sınıfa dönerek;

“Ekmek ya da elma çalmak helal midir?” diye soruyordu. Sınıftan yankılanan;”değildir!” cevabının ardından “Ya kitap çalmak?” diye bir soru daha soruyordu.

Bir kez daha elindeki fotokopileri gösteriyor ve “İşte bu çalınmış bir kitaptır!” diyordu.

Necdet Hoca’nın konuşması devam ederken, birkaç yıl önce dinlediğim bir türkü kulaklarımda yankılanmaya başlamıştı.  Çocukluk yıllarımda yaptığım bir tren yolculuğunda yaşlı bir ninenin kaybettiği oğluna yakmış olduğu ağıtı yıllar sonrasında “Söz ve Müzik” bir sanatçıya ait eser olarak dinlemiş ve çok şaşırmıştım. Ya yaşlı kadın yıllar sonra bestelenecek bir eserin sözlerini çalmış, ya da yıllar sonra bir sanatçı kültür hırsızlığı yapmıştı.

Benimle birlikte sınıftaki bütün arkadaşlarımın da kafasında bir şeyler yankılanır olmuştu. Herkes bugüne kadar yaşadığı, ya da karşılaştığı bir anısını paylaşıyordu.

Dersin sonunda ise bizler için evrensel bir beyanname niteliği taşıyan bir takım kurallar ortaya çıkıyordu.

“Esere saygı, yazara saygı, emek harcayanların ve devletin maddi, manevi kaybı” bu kuralların en önemli olanlarıydı… 

Gençlik heyecanımın da tetiklediği bir yanlış yapmıştım. Lakin bazı doğruların ortaya çıkabilmesi için bir yanlışın yapılması gerekiyormuş. O kurban ben olmuştum belki ama o gün çok şey öğrenmiştim ve Necdet Hoca’ma karşı olan saygım bir kat daha artmıştı…