Kaç defa ölümcül yara aldı bu şehir... kaç defa... dirilmeyi mahşere bırakmadan, Allah’ın inayetiyle kaç defa enkazından dirildi...
ERZİNCAN ve TEVAZU
Vuku bulan periyodik depremlerle, binaları birkaç defa yerle bir oldu... malı mülkü ziyan gördü... Nice canı, iki değirmen taşı arasında kalmış buğday taneleri gibi, beton bloklar arasında ezildi... anasız babasız büyüyen öksüzleri, yetimleri oldu...
Bunlara rağmen; sabrı, şükrü, kadere boyun eğmeyi, erkân-ı imandan saydı ve tevekkül ile başını önüne eğdi...
Depremler bu şehrin elinden maddi varlıklarını aldı. İnsan varlığından nice canları da beraber... Lâkin diğer iman rükünleri gibi tevazuu, dönüp bu şehrin ruhuna geri verdi! Ve tevazu bu şehrin ruhunun derinliklerinde, bir elmas parçası gibi saklandı...
Bakın bu şehre!
Firavun oku gibi göklere uzanan bir tane binası var mı? Hepsinin başı yerde... hepsi toprağa yakın... hepsi toprakla hemhal...
İnsanları gibi binaları da, Yunus Emre’nin;
“Bir avuç toprak biraz da suyum ben
Neyimle övüneyim işte buyum ben...”
dizelerini kulağınıza fısıldamak için, başınızı uzatmanızı bekler gibi durmuyorlar mı?...
Öyle ki...
Bu şehre ister Keşiş dağı, ister Munzur dağı istikametinden, bu dağların heybetiyle yürüyerek girin... isterseniz Erzurum ya da Sivas canibinden etrafa kibir saçan arabalarınızın, şehre tepeden bakan heybetiyle...
Her iki halde de bu şehir sizi; dert yumağına dönmüş yüreği, toprağa bakan mahsun yüzüyle karşılar... ve engin bir tevazu, riyasız bir hürmetle sizi mahçup eder...