Saim Aybey'in Kaleminden...
Anadolu’da Her Evin Kapısı Gurbete Bakar
Her eve gurbetten bir haber düşer; her ev hüznünü, sevincini, üzüntüsünü, gurbetten gelen haberlerle yaşar. Erzincan türkülerinde de çokça ismi geçer bu kör olası gurbetin. Gurbete çoğu zaman aş için çıkılır, ama aşk için çıkan da bulunur. Sevdiğine kavuşamayınca kahrolan, kaçmak için çıkan ve bazen de vatan sevdası, vatan borcu için çıkan vardır ki, görevlerin en kutsalıdır bu.
Benim de her milli bayramda ve özel günlerde gururla anlattığım, aklıma gelen iki Anadolu yiğidinin birbirinden habersiz çıktığı gurbet hikayesi var. Bu hikaye, bir damla misali Kurtuluş Denizine karıştıkları kutlu savaşların hikayesidir. Dedik ya, Anadolu’nun her evinde bu hikayeler vardır diye; işte onlardan ikisi benim dedelerime ait. Bu ülkenin hangi şartlarda, hangi bedellerle kurtulduğunu anlatan iki hikaye.
İlki, konu olanın şehit olmasından dolayı ayrıntıları pek bilinmeyen, fakat anlatılması elzem olan Hüseyin Dedem’in hikayesi... Hasan Oğlu Hüseyin, Menteşe’nin (Muğla) Ula kazasının Kızılyaka köyünden, hayvancılıkla geçinen, tahminen uzun boylu, esmer bir Anadolu köylüsü. Çanakkale Savaşı çıkınca, üç çocuğunu (dördüncüsü annemin babası Halil Dedem, o dönemde anne karnında) geride bırakıp, derdi vatan olanın yapması gerekeni yapıp askere gitmiş. 5 Mayıs 1915 tarihinde, 33 yaşında şehadete ermiş. Geride kalanların hikayesi daha acı; onu da ileride daha kapsamlı yazmak istiyorum. Neyse, ben Çanakkale’de dedemin mezarını aradım ama bulamadım. Kaç torunu var bilmiyorum ama hiçbirimize mezarı başında bir Fatiha okumak nasip olmadı.
İkinci hikaye, Hacıoğlan Dedem yani Hüseyin oğlu Mehmet’e ait. Çocukluğumda gözümü açtığımda onu gördüm; diri, yaşadıklarından dolayı hayata bağlı bir insandı. Dedemle ilgili bu yazdıklarım bir kitaba konu olacak kadar heyecan verici, belki de bir sinema filmine konu olacak kadar güzel bir yaşam öyküsünü anlatmakta. Tabii ki, bir roman kurgusuna doğal olarak sahip bu hikayeyi, o zamanın gerçeklikleriyle bezeyip bir romanda birleştirmek de hiç fena bir fikir değil benim için.
Hüseyin oğlu Mehmet, Muğla’nın Köyceğiz ilçesinin Zaferler Köyü’nde (Kıraç Mahallesi) hicri 1316 (1900) senesinde doğmuş. Büyüklerimden öğrendiğim kadarıyla, o zamanlar torunlar arasında tek erkek çocukmuş. 1917-1918 yıllarında, tam tarihi bilinmemekle birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru askere alınmış. Balıkesir Savaştepe’de bulunan bir süvari alayında askerlik yaparken savaş sona ermiş. Herkes gibi eve dönmeyi beklerken birliğinden izin çıkmamış ve eve dönüş hayalleri suya düşmüş. O bölgedeki insanlarla arkadaşlık kurmuş, sevilmiş ve o bölgedeki, eşini savaşta yitiren bir hanımefendiyle evlendirilmiş. Bu evlilikten, benim şu ana kadar ismini bilmediğim ve yüzünü görmediğim büyük amcam dünyaya gelmiş.
Tarihsel olarak bildiğimiz gibi, Kuvayi Milliye yapılanması kurulunca Hüseyin oğlu Mehmet, süvari alayıyla birlikte bu kutlu göreve dahil olmuş. İlk görevlerinden biri de Çerkez Ethem Ayaklanması’nı bastırmak olmuş. Daha sonra Afyon’a geçerek Büyük Taarruz’a kadar süren savaşlara katıldığını tahmin ettiğimiz Hüseyin oğlu Mehmet, Büyük Taarruz sırasında Afyon’a girildiği sırada, Rum esirlerden biri “Aranızda Köyceğizli var mı?” diye sorunca “Ben varım” demiş ve birden birbirlerini tanımışlar. Mehmet ve Yorgos (ismini ben uydurdum, ismi bilinmiyor), Köyceğiz’den, çocukluktan arkadaşlarmış. Köyceğiz’de savaş öncesinde yaşayan Rum bir inşaat ustasının oğlu olan Yorgos’la, amcasının taş evi yapılırken tanışan Mehmet, savaşın ortasında çocukluk hatıralarıyla savaşın soğuk yüzü arasında kalakalmış.
Yorgos, savaş çıktıktan bir süre sonra Rodos’a geçmiş ve oradan da askere alınmış. Mehmet ile karşılaşmasını, hayatını kurtaracak bir fırsat olarak görüp sevinmiş. Halbuki durum, pek de onun düşündüğü gibi değildir. Mehmet’in komutanı, onu çağırarak bir emir vermiştir: Taarruz halindedirler ve yanında Rum bir esir sorun çıkarabilir. Yorgos’u öldürmesi gerekmektedir. Acı olan kısmı, kurşun sınırlı sayıdadır ve Yorgos, süngüyle öldürülmelidir. Mehmet için emir kesindir ama bunu nasıl yapabilir? Üç gün boyunca bu emri yerine getirmekten kaçar, sonunda komutanı ona “Mehmet, ya Yorgos ya sen” der. Mehmet, Yorgos’u yanına alır ve atlara ot toplatmaya götürür. Yorgos ot toplarken süngüler ve öldürür. Sonrasında yaşadığı ruh hali nedir, ne düşünmüştür bilemem ama bu yük bence ömrünün sonuna kadar sırtında kalmıştır.
Mehmet, savaşın ilerleyen dönemlerinde bir çatışmada önce başından bir şarapnel parçasıyla yaralanır, ayağa kalkar ve bir de baldırından vurulur. Zaman geçtikten sonra bulunur ve tedavi edilir. Savaş bittikten sonra, 1922 yılında evine döner. Belki yaşadığı travmalardan, belki de utancından, belli bir süre Savaştepe’de evlendiğinden söz edemez. Öldüğü yıl olan 1982’ye kadar Zaferler Köyü’nde yaşar.
Bu iki insan, birçok bedel ödeyerek; hayatlarından, gençliklerinden, dostlarından, çocuklarından vazgeçerek bu topraklar için şehit ve gazi olmuşlardır. Yazıyı yazmamdaki asıl gaye, ailemiz için bir gurur vesilesi olan bu iki insanın, bu iki yiğidin yaptıklarının unutulmaması ve tabii ki en önemlisi, yapılan fedakarlıkların vatanın bir toprak parçasından katbekat daha değerli olduğunu hatırlatmak içindir.
Selam olsun vatan için savaşan gazilere,
Selam olsun bu vatan için can veren şehitlere...