Eğitimci Yazar Saim Aybey'in Kaleminden...

Murphy Kanunu’nu duymayan pek yoktur: "Bir şeyin ters gitme ihtimali varsa, ters gider." Bu cümle, bir tür evrensel yasa gibi davranır; özellikle karmaşık, bürokratik ve plansız sistemlerde kendini daha sık gösterir. Teknolojiden mühendisliğe, gündelik hayatın küçük sürprizlerinden devlet politikalarına kadar geniş bir alanda etkili olan bu yasa, Türkiye’deki eğitim sistemiyle yan yana geldiğinde adeta bir kara mizah tablosu oluşturur. Çünkü Türk eğitim sistemi, sanki Murphy'nin bizzat test alanıymış gibi çalışır: Ne zaman bir düzene girilecek dense, işler tam da tersine döner.

Örneğin öğrenciler yıllar boyunca bir sınav sistemine göre hazırlanır, kaynaklar alınır, kurslar seçilir, alışkanlıklar oturur. Ama tam sınava girilecek yıl, sistem değişir. Yeni sistem duyurulur ama bu kez ne sınavın içeriği ne de ölçme biçimi eskisiyle uyuşur. Bir önceki sistemin tüm emekleri boşa gider, öğrenciler ve aileler yeniden belirsizlikle yüzleşir. Üstelik sınav tarihleri de genellikle öğrencilerin en önemli ailevi ya da bireysel programlarına denk gelir; ya da ertelenir, sistem güncellenir derken psikolojik yıpranma başlar.

Bir okulun yıllardır öğretmen ihtiyacı vardır, ilçe milli eğitim müdürlüğü her sene aynı kadro talebinde bulunur. Ama atama zamanı geldiğinde, kadro ya farklı bir okula yönlendirilir ya da hiç açılmaz. Aynı anda hem atanamayan yüz binlerce öğretmen hem de öğretmen açığı olan yüzlerce okul gerçeğiyle baş başa kalırız. Sistem, ihtiyacı olanla ihtiyacı karşılayanı buluşturmakta ısrarla başarısız olur. Murphy, böyle bir denklemde keyifle not tutuyor olmalı.

Teknolojik yatırımlar da bu kurala hizmet eder gibi işler. Akıllı tahtalar kurulur ama internet yoktur. İnternet gelir, bu kez sistem çalışmaz. Eğitim bilişim ağına erişim sağlanır ama içerik yetersizdir. İçerik hazırlanır, bu kez öğretmenler nasıl kullanacaklarını bilmezler. Yani zincirin her halkasında bir şey eksiktir ve Murphy her seferinde "Ben demiştim," der gibi karşımıza dikilir. Oysa mesele Murphy’nin laneti değil, sistemin iç dinamiklerinin tutarsız ve plansız oluşudur.

Kırsal bölgelerde yaşayan öğrenciler hâlâ nitelikli eğitime erişimde ciddi zorluklar yaşarken, büyük şehirlerdeki okullarda derslik başına düşen öğrenci sayısı fazladır. Bir bölgede okul biter ama öğrenci yoktur, başka bir bölgede öğrenciler taşınarak okumaya zorlanır çünkü okul yapılmamıştır. Sınavlarda aynı soruya herkes aynı sürede cevap vermek zorunda kalır ama kimisi o bilgiye 6 kişilik sınıfta ulaşırken, kimisi 46 kişilik sınıfta şans eseri duymuştur. Eğitimde fırsat eşitliği sloganı, çoğu zaman Murphy Kanunu’nun alaycı gülümsemesiyle gölgelenir.

Dahası, alınan eğitim politikaları da istikrar göstermez. Her gelen bakan, kendinden öncekinin sistemini ya değiştirir ya da görmezden gelir. Olan yine öğrenciye, öğretmene, veliye olur. Bu sürekli başa sarma hâli, neredeyse Murphy Kanunu’nun kronikleşmiş versiyonu gibi işler: “Bir sistem oturacak gibiyse, yeni biri gelip mutlaka bozacaktır.”

Oysa Murphy Kanunu bir kehanet değil, bir uyarıdır. Diyor ki: Planlamazsan, sistem kurmazsan, ihtimalleri hesaba katmazsan; olan olur. Yani “ters giden işler”, kader değil, organizasyon eksikliğinin doğal sonucudur. Türk eğitim sistemi de bu noktada Murphy'ye teslim olmak yerine onu ciddiye almalı, ders çıkarmalı. Çünkü iyi bir planlama, uzun vadeli stratejiler, veri temelli kararlar ve istikrarlı politikalarla Murphy Kanunu’nun etkisi büyük ölçüde azaltılabilir.

Kısacası, Türk eğitim sisteminde işler sıkça ters gidiyorsa, bu Murphy’nin suçu değil. Bu, Murphy’nin işaret ettiği zaafları ısrarla görmezden gelenlerin eseridir. Eğitim gibi bir alanda, Murphy değil, akıl, bilim ve tutarlılık söz sahibi olmalıdır.